22. BÖLÜM
Keyifli okumalar. 🤍
22. BÖLÜM
ÜÇ YIL SONRA.
"Okunla ormanlarda, obalarda gezerek onu bulamazsın artık, anla!"
"O halde onu bırakıp gelmeseydiniz!"
Elvis'e, bu gerçeği tekrar haykırıp elimdeki okumla beraber arkamı döndüm ve onun kırgın bakışlarına hiç de aldırmadan odanın tahta kapısını çarpıp içeriye girdim. Küçük sedire oturup elimdeki oku kenara fırlatırken, içerideki gaz yağı lambasının yandığını gördüm. Oda sarı bir ışıkla aydınlanıyordu.
Ormanda değildim, şehirdeydim ve kalbimdeki, ruhumdaki her şeyden çok uzaktaydım. Doğrusu artık bir kalbim var mı, bilmiyordum. Kalbimi en son hissettiğim günlerin üzerinden çok zaman geçmiş, kaderim beni sanki ellerimden tutup yapayalnız, yabancısı olduğum bir hayatın içinde çaresiz bırakmıştı. Elvis, o kahredici gün getirdiği haberden sonra beni ormanda yalnız bırakmasının mümkün olmadığını söyleyerek beni, anılarımı arkamda bırakmaya mecbur bırakarak şehre, kendi evlerine getirmişti. Misli'yle yaşadıkları yere.
Misli ve Elvis'in bir bebeği olmuştu, zaten Victor'un da onu kurtarma isteğinin çoğu buradan geliyordu. Elvis, o kaçırıldığında Misli'nin hamile olduğunu biliyordu ve onu almaya gittiklerinde Misli'yi oradan kurtarmışlardı. Lakin... Elvis'in dediğine göre geri dönüş yolunda peşlerine takılan adamlar çoktu ve Victor Elvis'e Misli'yi götürmesini, kendisinin haydutlarla başedebileceğini söylemişti. Elvis'te Misli'yi bırakmak için gelmiş, bana o acı haberi getirdikten sonra obaya dönmüştü. Misli ve ben onu dört gün, üç gece boyunca beklemiştik ve Elvis bir daha yalnız dönüp ondan bir iz bulamadığını söylediğinde... bayılıp kalmıştım.
O vakitten sonra onu bulmak için her gün savaşmıştım, okumla ormanları tırmanmıştım, hiç bilmediğim yerlere kadar gitmiştim, geceleri kaybolmuştum, okumu defalarca kırıp yenisini yapmıştım ama yine de Victor'u bulamamıştım.
Misli ve Elvis'ten nefret ediyordum.
Lakin... Bebeklerini korumaları gerektiğini hatırladığımda... daha az öfkeli hissediyordum.
Elvis Victor'a ihanet etmemişti. Onu, benim istediğim gibi korumamıştı ama ona ihanet de etmiş değildi. Yalnızca ben değil, o da Victor'u bulmak için çabalamıştı, sorup soruşturmuş, haydutların arasına karışmış, defalarca kez kendinden geçene kadar dayak yemiş, bana onu affetmem için yalvarmış, gitmemem için, bir gün Victor döndüğünde burada olmam için kapılara kilit vurmuştu.
Lakin seneler geçmişti, Victor ne bulunabilmiş ne de gelmişti.
Neden yaşıyorum, diye sormuştum kendime, hem de öyle çok... Sonra, canını belki almamışlardır diye düşünmüştüm, keza cansız bedenini görmemiştim ya. Ne doğru, yaşadığını da görmemiştim ama... bir gün geri döneceğinin ümidi, o oku kendime saplamamamın bizzat nedeniydi.
Öldüğünü bilsem kurtulurum bu azaptan, bir oku ters çevirip kalbe yaslamak hiç zor olmazdı, ölüm onun anlattığı kadar acıyla da sonuçlanmazdı.
Bebek ağlama sesi duyduğumda gözyaşlarımı sertçe silip bakışlarımı tahta kapıya çevirdim. Linda, keten elbisesinin içinde, ağlayarak bana bakıyordu. Annesi ona kızmış olmalıydı. Sapsarı saçları yolunmuş duruyordu, karanlıkta tam göremesem de yanaklarının kızardığına emindim. Elvis ve Misli'nin kızı.
"Ağlama," dedim ona.
"Annem bana yemek vermiyoy."
"Çünkü henüz pişirmemiş."
Kızlarını kendilerinden daha çok seviyordum, pek masum bir şeydi ve benden korkmuyordu. Elvis ve Misli'yi, Victor'u benden aldıkları için sevmiyordum ama Elvis beni bırakmadığı için buradan da gidemiyordum. Haydut, bunca yıldır ormanda yaşayan ben değilmişim gibi, yalnızken orada başıma bir iş geleceğinden burada adeta esir tutuyordu beni.
Şeytan diyordu çek oku, öldür şunu ama... bu bebeğe üzülüyordum.
"O ananla atanı öldürürüm de işte... senin varlığına şükretsinler."
"Hare," diyerek yanıma kadar geldi, kucağıma oturup bana sarılırken okuma baktı. "Victoy amcamı bulmaya mı gittin?"
Bunu ona bir keresinde, her gün nereye gittiğimi sorduğunda söylemiştim ve o günden beri kucağıma oturup bu suali soruyordu. Victor'un adını duyunca dolan gözlerimi ilerideki gaz yağı lambasına çevirip, "Öyle," dedim.
"Essahtan mı?"
"Essahtan."
Saçlarıma dokunmaya başlayınca örtü iyice omuzlarıma doğru düştü. Çevrede değil ama uzaklara giderken örtümü takıyordum, zira kırmızı saçlarımın dikkatleri çekip beni nihai amacımdan uzaklaştırmasını istemiyordum.
"Victor amcam seni terk ettiyse bence artık onu aramamalısın."
"Victor beni terk etmedi bir kere! Git atanla anana sor, hakikati onlar benden de iyi bilir..."
Ona bağırmaya başlayınca gözlerimin içine bakarak sustu, titreyen alt dudağını ısırdı. "Ne hakikati?"
"Yaşın pek küçük, anlamazsın."
Tekrar saçlarıma dokunup oynamaya başlayınca, saçlarıma dokunan başka bir eli hatırladım. Neyim varsa kaybetmiştim, saçlarımı okşayacak bir tanecik insan yoktu. Victor'u istiyordum, bana şefkatle yaklaşmasını, gülümsemesini, öpüp beni adeta başının üstüne koymasını istiyordum. N'olmuştu da Tanrı bana kızmıştı, sahip olduklarımı elimden almıştı? Bir hata yapmış, büyük günah işlemiş olmalıydım. Yarın bir daha evlendiğimiz o kiliseye gidip Tanrı'dan af dileyecektim.
"Linda, yemek hazır. Hare'yi de alıp gel."
Misli'nin sesini duyunca öfkeyle homurdanıp onu taklit ettim ve bunu yaptığımı gören Linda'da gülüp aynısını yapınca kafasını okşadım. "Seni seviyorum."
"Ben de seni seviyorum Hare."
Kucağımdan kalkıp gözyaşlarını küçük parmaklarıyla silerken, "Hadi, yemek yiyelim," dedi.
"Yemicem, sen git ye de büyü... Büyüyünce de bir halt olmuyor ya..."
"Tamam ama sen de yine ağlama..." arkasını dönüp koşarak çıktığında küçük odada yalnız kalıp odayı aydınlatan gaz yağı lambasına baktım. Bırakmıyorlardı ki gece de onu arayayım, bulmaya gayret edeyim. Dönmediğimde Elvis çıkıp beni arıyor, zorla eve getiriyor, başına bir iş gelmesine müsaade edemem diyordu.
Böyle yaşamak işkence çekiyormuşum gibi hissettiriyordu.
Öldü mü kaldı mı bilmeden yaşıyordum.
Sanki o uzun bir yola çıkmış, beni gurbette bırakmıştı.
Kapı açılıp da Elvis kafasını içeriye uzatınca münasebetsize dönüp, "Kapıyı tıklatmadan neden giriyorsun?" diye çemkirdim.
Mahcubiyet dolu gözlerle bana bakarak, "Yemek yemeyecek misin?" dedi.
"Yemeyeceğim, sen ağız tadıyla yiyebilirsin," dedim iğneleyici şekilde.
Buradan bile onun duyduğundan rahatsız olup başını önüne eğdiğini gördüm. Derin bir nefes verdi. "Gel, iki lokma aş girsin midene. Kendini ziyan ediyorsun, lakin nereye kadar?"
"Ya Victor'u bulana kadar ya da ölüp Victor'a kavuşana kadar!"
Başını, bana bakamayarak bir daha önüne eğdiğinde gözlerimi kırpmadan pişmanlığını izledim. "Hare... Biraz bile soğumadı mı bana olan öfken? Sebeplerimi anlattım, bu kararın bizzat Victor'a ait olduğu da."
"Görebildiğim hakikat, Victor'u, onu öldürmek insanların arasında bırakıp dönmen, üstelik o sizin için gitmişken..." kelimeler sona yaklaşırken sesimin titrediğini hissettim ve sustum.
"Biliyorsun Hare, Misli'yi seninle bıraktıktan sonra onu aramaya gittim..."
"Fakat bulamadın!"
"Hâlâ arıyorum."
"Seneler geçti Elvis, seneler..." ağlamamak için dudaklarımın içini sertçe ısırıp yüzümü ondan çevirdim, camdan dışarıya baktım. "Anladım ki ben bulamazsam kimse bulamayacak onu. Bir yerde beni bekliyor, bana kalırsa ölmedi, yaşıyor... Ölse... hissederdim. Nasıl diye sorma, ne yazık ki açıklayamam bunu..."
Tahta kapıyı kapatıp gittiğinde elimi dudaklarıma koyarak tuttuğum gözyaşlarımı bıraktım. Onların mutluluğuna, saadetlerine tahammül edemiyordum. Bu aile benim hakkımdı, Victorla mutlu olmak benim hakkımdı. Tanrım... Daha ne yapabilirdim onu bulmak için, nereye başvurabilirdim? Ölmediğini hissediyordum ama ya kalbim beni kandırıyorsa, Victor hayatta değilse? Ona ne olduğunu bilmemek beni tüketiyordu. Ya eziyet görüyorsa, haydutlar bir olmuş onun canını yakıyorsa... elleri kolları bağlıysa, bana gelemiyorsa, onu ya çok uzaklara götürdülerse...
Ertesi gün odamda, Victor'dan kalan birkaç parça kıyafete bakarken Misli içeriye girip bana kaynattığı çayı verdi. Tastaki çayı alıp içine baktım, otlar yüzüyordu. Burnuma götürüp kokladım ve çayı içerken, onun da sedir de yanıma oturduğunu hissettim. Diğer elimi sıktı. "Sana bir şey diyeceğim."
Başımı hızla kaldırdım. "Victorla ilgili mi?"
"Ah hayır."
"O halde demene gerek yok, lüzumsuz bir şey olduğu belli."
"Yoo, hemen öyle deme." Başını çevirip kapıyı kontrol ettikten sonra bana doğru döndü. "Dün pazara gittim, biliyorsun. Ara ara seninle de gidiyoruz, ipek kumaş satan bir tezgâh vardı, hatırlıyor musun?"
"Söyle ne diyeceksen," dedim, elimdeki çayı izleyerek.
"Şey... Elvis'e söyleme ama o tezgâhta, kumaş satan adam bugün bana seni sordu, eğer kendisine ayıracak bir vaktin varsa çok mutlu olacağını..."
"Misli... Senin ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu?" dedim, hayretler içerisinde kalarak. Aman Tanrım... Ben Victor diye ölüyordum, gelmiş bana neler diyordu. "Aklını kaybetmiş olmalısın böyle şeyler söylediğine göre! Sus, devam etme sakın! Bu hususu da bir daha açma, duymamış olayım!"
"Hare!" diyerek tuttuğu elimi sıktı ve ısrarcı gözlerle baktı. "Daha kaç sene bekleyecek..."
"Misli!"
Benim daha diyecek sözlerim vardı ama Elvis'in bağrışını duyduğumuzda ikimiz de kafamızı çevirdik. Onun hiddetli şekilde, yumruklarını iki yanında sıkmış karısına baktığını görünce herhalde hepsini duymuş diye düşündüm. Misli korku dolu bir nefes alıp hızlıca sedirden kalktığında, Elvis ağzını açacak oldu ama bunun yerine Misli'ye bir baş hareketi yapıp arkasını döndü.
Misli çıkıp gittiğinde bağrış sesleri duydum.
Saadetlerinin bozulmasından mutsuzluk duymadan bitki çayını kenara bıraktım. Duyacağım bir mutsuzluk varsa şüphesiz Victorla ilgili olurdu. Keten eteğimle oynamaya başlayıp sedirde uzandım ve geceyi gün edene kadar ağladım.
Hasret hiçbir yere gidememek, hiçbir yerden gelememekmiş. Aynı zamanda hiçbir yerde kalamamakmış, çünkü yalnız bir anda tutsak olmakmış.
Ertesi gün Misli yine pazara gitmeyi istedi ama bebeği hasta olunca gidemedi, bu yüzden ben dönerken ne lazımsa alacağımı söyleyip evden çıktım. Okumu göğsüme bastırıp başımdaki örtüyle beraber gezmeye, Victor'dan bir iz aramaya başladım. Aslında gidebileceğim, onu bulacağım kadar yakınlarda olsa onun zaten gelebileceğini biliyordum ama buna rağmen aramaktan vazgeçemiyordum.
Dağın taşı altına, belki de yüzüncü kez baktım ve o gün tekrar eve dönerken ağlamaya başladım. Onu yine bulamadığım için kederlenirken pazara da uğramam gerektiğini hissedip yol değiştirdim.
Hava da karardığı için pazar toplanmaya başlamıştı, bu yüzden bulabildiğim ne varsa aldım ve fazlasına hacet görmeden pazardan, filelerle ayrılıyordum ki, "Hare," diye seslendi bir erkek.
Başımı omzumun üstünden çevirdim ve tenim güneşle temas edince terlemeye başladım. Keten gömleğinin yakası açılmış bir adam bana doğru yürüyüp karşımda durunca Misli'nin bahsettiği adam olduğunu hatırladım. Beni şöyle bir izleyip, "Okunu yanından hiç ayırmadığını gördüm," dedi.
Sanki tanışıklığımız varmış gibi konuşmasına pek bir şaşırıp başımdaki örtüyü düzeltim ve adam uzanıp elimdeki fileyi alırken, "Yardım edeyim," dedi sana.
"Lüzumu yok," diyerek filemi geriye çektim ama sakince, "Bırak, taşıyayım," deyince sesindeki sakinleştirici tını öyle tanıdık geldi ki fileyi bırakıp yüzüne baktım.
Benimle böyle sakin konuştuğunda her şeyi yapabileceğim bir adam tanımıştım.
Ardıma döndüm ve o fileyi taşırken ben de okumla beraber ilerledik. Bir obadan geçip taşlı yola ilerledik ve güneşi ardımıza alıp yürüdük. Bana birkaç suali oldu ama cevap vermedim, eve yaklaşınca dönüp eline uzandım, filemi aldım. Hiçbir şey demeden de yokuş aşağı iniyordum ki, "Bu hafta çok güzel kumaşlar geldi," diye seslendi ardımdan. "Haftaya da getireceğim. Gelirsen sana da hediye etmek isterim, çok güzel entari kumaşları."
Ona bir daha bakmadan sokağın köşesinden döndüm ve eski eve doğru ilerlerken Elvis'in bahçede volta atarak sigara içtiğini gördüm. Evin ahşap kapısını açtığım sırada kafasını kaldırıp da beni gördü ve mahcup bakışlarını kaçırıp başını tekrar önüne eğdi. Utanacağı ne çok şeyi var!
Alçak kapıdan içeriye girdim ve Misli'nin sedirin üstünde ağladığını görünce durup ona baktım. Birbirlerini çok seviyorlardı ama asla mutlu olamıyorlardı. Tanrı yaşananları onların yanına bırakmıyordu.
Mutfağa geçip fileyi kenara bıraktım ve kaldığım odaya yürüyüp içeriye girince, kızları Linda'nın sedirin kenarına saklanıp üstüne bir çarşaf örttüğünü gördüm. Yavrum, annesiyle babası kavga edince böyle saklanıyordu.
"Linda gel," diyerek sedire oturdum ve Misli'nin elbisemin kenarına diktiği cepten, pazardan aldığım limonlu şekeri çıkardım. Linda önce kafasını kaldırıp baktı ve şekerlemeleri görünce sarı saçlarını sallaya sallaya yanıma geldi. Küçük poşeti elimden alıp, "Bana mı aldın?" dedi.
"Herhalde."
"Essahtan mı?"
Biraz eğilip kafasının üstünden öptüm. "Essahtan tabi ya."
Bir küçük limonlu şekeri ağzına atıp dişleriyle kırmaya çalışırken, "Sen essahtan beni seviyorsun," dedi.
"O dişlerini kıracaksın böyle yiye yiye, o zaman sevmeyeceğim seni..."
"Haye," diyerek başını göğsüme yasladı ve şekerini emerken, tatlı ellerini suratıma sürdü. Annesinin ona diktiği elbiseye bakarken, eğer olsaydı ben de bebeğim için neler dikebileceğimi düşündüm. Victor bir gün dönecek miydi? Zira ancak o zaman bebeğim olabilirdi.
Günler aynı kaygılarla ve hiçlikle öylece geçmeye devam ederken, havalar daha da ısınmaya başlamıştı. Bazen fırtınalı yağmurlar oluyordu, o zamanlar korkup kendime sarılıyordum. Ve Elvis'in ailesine sarılıp onları sevmesine imrenerek, öfkeyle bakıyordum. Ben de buna sahip olabilirdim, Victor'u benden almasalardı.
Günler, haftalar geçerken Misli'nin Linda için ektiği kiraz ağacı da büyümeye başlamıştı. O ağacın büyümesine öfke duydum, gözlerim önünde büyümesi Victor'suz geçirdiğim günleri hatırlatıyordu. Şöyle diyordum içimden kendime; o fide büyüdü, yakında meyve verecek ama Victor hâlâ yok.
Canım çok acıyor artık, dayanamıyorum. Ona olan hasretim boyumu aştı, kaldıramıyorum. Kimsem de yok zaten, kimsem olsaydı da çok özlerdim onu, bir onu isterdim. Büyücü annem gitti, ala geyiğim gitti, kocam gitti. Bir bilsem kocamın da aslında bu dünyadan gittiğini, o halde ben de giderdim ama hâlâ nefes aldığı ihtimaline tutunuyordum.
Çok eziyet gördüyse? Bana gelemeyecek kadar canı acıdıysa? Elvis'de hâlâ aradığını söylüyordu ama erdemli, şerefli bir adam olsaydı seneler içinde bulmuş olurdu Victor'u. Lakin ne ölüsünü ne de dirisini getirmemişti.
Ertesi gün akşam Misli'nin yaptığı patatesli poğaçalardan yerken sigarasını içen Elvis'i izledim ve camdan dışarıya bakmasına rağmen onu izlediğimi anlamış gibi bana döndü. Suçlayıcı bakışlarıma maruz kalmaktan çok yorulmuş gibi kapıyı çarpıp evden çıktığındaysa, elimdeki poğaçayı bırakıp oturduğum alçak tabureden kalktım.
"Nereye Haye?"
"Benim adım Haye değil, Hare."
"Hayeee..."
Arkadaki odaya geçtim ve sedire oturup bu eve gelirken getirdiğim kıyafetlere baktım. Victor o gece yarısı giderken birkaç günlük giysi almıştı, hâlâ hatırlıyordum. Ondan geriye kalan birkaç parça da bendeydi ama seneler içinde ne kokusu ne de hissi kalmıştı. Mesela şimdi bu elimdeki gömleği giydiği son günü hatırlamaya çalışıyordum. Acaba odun kırarken mi giyinmişti? Veya bana dokunmadan önce çıkardığı gömleklerden birisi miydi? Kendimi zorlasam da hatırlayamıyordum!
Gömleğe sarılıp uykuda daldım, birbirinin aynısı günleri böyle yaşadım. Seneler de zaten böyle günlerden çoğalıp artmıştı. Başka diyarlara mı gitmeliydim? Lakin nereyi biliyordum? Bilmem mi gerekirdi? Dönmemeliydim, diyar diyar, oba oba dolanıp gören tanıyan var mı diye sual etmeliydim.
Şafak sökünce kalktım, zaten şafağa kadar bir umut yine onu gözlemiştim. Kılıcımı alıp dolaştım, berduşlara, evsizlere onu anlattım, hiç gördünüz mü diye de sordum. Kimse görmemiş, benim gibi. Onu kaybettikten sonra nehirlere, göllere bile bakmıştım. Beraber yıkandığımız o nehire, ondan iz aramaya girmiştim. Bugün gibi, o gün de Victor'u bulmamıştım. Akşama kadar gezip yabancısı olduğum obalarda dolaştım, birkaç haydutla karşılaşıp onları geri püskürttüm. Okumu gösteriyordum, çekiyordum, onlar da uğraşmak istemeyip geriye gidiyordu.
Ee, birçok haydut vardı, bazıları da uğraşınca eğleniyordu. Bugünlerden birisinde iki haydut yolumu kesmiş, benimle açıkça eğlenmişlerdi. Bu cüreti nereden buldukları bilinmezdi ama işte o gün bana saldırmış, kılıcımı mücadele sırasında elimden almışlardı! Pek korkmamıştım doğrusu, ölümden korkmadığımı iliklerime dek hissettiğim bir an olmuştu. Yalnız niyetleri farklılaşınca çok korkmuştum, elleri elbiselerimin yakasında gezinmeye başlayınca çığlık atmıştım. O nasırlı, kirli elleri uzaklaşsın, beni öldürmenin bu yolunu denemesinler istedim. Elbisemin iplerini çözmeye başladıklarında onlara tekmeler attım, dudakları boynuma değince de ağlamaya başladım. Normalde hiç ağlamam! Ama o vakit öyle iğrendim ki, o alçalmış insanların yanında olduğumu dahi unutup ağladım. Lakin sonra birisi yetişti. Bir tane geyik ormanın ardından gelip üstümdeki adamlara sataşınca onlarda bir anlığına benimle uğraşmayı bırakmışlardı, işte tam o vakit ardıma dönüp de kaçmıştım.
Yaşanan o günün üstünden çok da vakit geçmişti ama ara ara aklıma düşüveriyordu işte. O gün nasıl yıkandıysam boynumda yara olmuştu. Bu yüzden haydutlardan hiç korkmuyor değildim, oldukça rastlaşmamaya çalışıyordum onlarla.
Eve dönünce Misli'nin getirdiği çayı içtim, bir şey yiyemeyeceğimi söyledim. Çok güzel çorba yaptım dedi ama boğazımdan geçmiyordu. Bitki çayını içerken beni üzgün gözlerle izledi, zannımca sonra da sessizliğimden sıkılıp odadan çıktı. Büzülüp sedirin orta yerinde küçücük kaldım, dört köşeli, etrafı tahtadan olan camdan dışarıya bakıp belki de bir daha yüzünü görüp, nefesini dahi duyamayacağım o adamın yolunu gözledim.
Sonraki haftalarda pazarda gördüğüm o adam bana yine pazarda kumaşlar verdi, yanımda Misli de vardı. Sonra bizimle beraber kiliseye geldi, bana sorduğu her şeye Misli benim yerime cevap verdi. Bir dahaki haftada onu gördüm, bu kez sorduğu iki soruya sessizce cevap verdim. Onunla konuştuğumu duyunca pek mutlu oldu, gözleri ışıldadı. Kumaşları beğendiysem bir daha getireceğini söyledi. Beğendim dedim, bunun üzerine bir daha getireceğini söyledi ama ne alakadar eder beni ipek kumaşlar, entariler, zarif kurdeleler...
Böyle böyle her hafta görmeye başladım onu. Bir gün de yolda gördüm, hava öyle sıcaktı ki, ensem örtünün altında terlemişti. Benimle yürümeye başlarken daha fazla sorular sordu, makul olanları cevapladım ve bana dondurma almak istediğinde şaşırıp kaldım. Ben hiç dondurma yememiştim. Dükkandan, hem kendisi hem de benim için aldığı dondurmayla çıkarak, "Sütlü," dediğinde, kaşlarımı çatıp elinden aldım ve bir şey demeden yürümeye devam ettim.
Sonra dondurmayı ona geri verdim.
İlk dondurmamı Victorla yemek istedim. Acaba o hiç yemiş midir?
"Neden yemiyorsun?"
"Neden ilgileniyorsun?"
"Niyetimin belli olduğunu düşünüyordum," dediğinde adımlarım yavaşladı ama daha kuvvetli bir hissi uzaklaşmam içim adeta beni süpürdü. Onu duymamış gibi yapmanın en iyisi olduğuna karar verip hızlı hızlı yürümeye devam ettim.
Bu böyle devam etti, her pazara gittiğimde veya her pazarın civarından geçtiğimde onu gördüm. Yanıma gelip bana nasıl olduğumu sordu, neler yaptığımı. En sonunda ona bir haydutu aradığımı söylediğimde yalan söylüyorsun, dedi. Kocanı arıyormuşsun, diye de ekledi.
Ben de ona, "Kocamı aradığımı madem biliyorsun neden peşimde dolanıyorsun ahlaksız," diye bağırıp yanından uzaklaştım.
Ama ertesi gün pişman oldum, ahlaksız demeseydim keşke, diye düşündüm. Bana henüz hiçbir şey yapmamıştı, yalnızca beni görüp yanıma gelmiş, başını önüne eğip yürümüştü. Gücendirmiştim onu, koca adam öylece kalmıştı. Bir ahlaksızlığını görmüş olsaydım keşke, o zaman bir de bunu düşünmek durumunda kalmazdım.
İşte bu yüzden sonraki gün ben şehre doğru yürümeye başladım, okumu yanımdan ayırmadığım için insanlar bana deli muamelesi yapıyordu; burası orman değildi ki okum sorun teşkil etmesin. Yine de beni ne sanırlarsa sansınlar, okumu kendimden ayırmadım. Ansızın ona ihtiyaç duyabilirdim.
Şehrin diğer caddesin geçip kat kat elbiselerin olduğu bir vitrinin önünden geçerken, o adamı uzakta, dükkanının önünde gördüm. Pazarda kumaş satmadığı zamanlar dükkanında satıyordu, vitrinde görünüyordu renk renk ipek kumaşlar. Oraya doğru yaklaşıp başımdaki örtüyü düzelttim ve dükkanın kapısını açtığımda, kafasını çevirip bu tarafa baktı. Şaşırdığı ne de belliydi, elindeki kumaşı düşürdü.
"Dün size öyle dediğim için bana kızdınız mı?" diye sordum.
Tezgâhın arkasından çıktı ve ellerini beline koyarak, "Hayır," dedi.
"Öyleyse gideyim," dedim ve arkamı döndüm fakat bana, "Hare," diye seslenince durup kendisine baktım. Kahve rengindeki rugan ayakkabılarıyla yanıma yürüdü. "Kal, öğle aşım gelecek birazdan. Beraber yiyelim."
"İstemez," diyerek ardıma döndüm ama yine çok kaba davrandığımı fark edip kendisine baktım, gülümsüyordu. Başımı bir kez salladığımda eliyle perdenin arkasını gösterdi. "Burada oturabilirsin."
Bu vakte kadar bana zararı dokunmadığı için o perdenin arkasına geçmeye karar verdim, iki tane koltukla bir fiskos ahşap ayaklı yuvarlak masa gördüm. Koltuklar, dükkandaki her şey gibi kaliteli, güzeldi. Oturup örtümü düzelttim, kızıl gözlerimi ellerime diktim. Taşları ayırmaktan, ok tutmaktan sertleşip kurumuştu ellerim. Birazdan perde açılınca, onu elinde iki kap yemekle gördüm. Çelik kabın içindeki yemekleri ahşap masanın üstüne bırakıp çatallardan birisini bana uzattı. "Kardeşim çok lezzetli yemekler yapar." Kabın birisini açtı. "Bak, bu İskoçya somonu. Hiç yemiş miydin?"
Gözlerimi kırpıştırıp önümdeki ete baktım. "Hayır."
"İlk olacak desene."
Çatalı aldım ve bahsettiği etin tadına bakmak için çatalımın ucuyla biraz aldım, dudaklarım arasına koyup tadını almaya çalıştım. Hiç aşinası olduğum tat değildi, yemeyecektim. Herhalde ağzımdakini de çıkaramazdım, onu yutup çatalımı bıraktım. "Sağ ol ama yemeyeceğim!"
Bir an ısrar edecekmiş gibi yüzüme bakıp dudaklarını araladı lakin ardına hiçbir şey demeden başını salladı. Diğer çelik kabı açtı, bunda da daha önce görmediğim bir aş vardı. Zaten yiyecek halim olmadığından oturdum, o yemeğini yerken perdenin aralığından dükkanın içine baktım. "Beğendiğin bir kumaş, elbise oldu mı?"
Okumu dizlerime koydum. "Hiç saten elbisem olmamıştı. Hepsi keten."
Gözlerini üzerimdeki elbisede dolaştırdı. "Evet, fark ettim." Ağzını bir mendille sildi. "Sana bir tane hediye etmek isterim."
Bana hediye etmesinden rahatsız olup, "Lüzumu yok," dedim sertçe.
Ağzının kenarları aşağıya doğru büküldü, herhalde insani ilişkilerdeki beceriksizliğimi bir daha fark etti. Okuma bakarak örtümü bir daha düzelttim ve o yemeğini bitirene kadar ağzımı açmadım.
Yemeği bitince artık kalkmam gerektiğini düşündüm ve koltuktan doğrulurken, "Hiç yemedin," dediğini işittim.
"Ben... pek yemek yemem." Okumu göğsüme doğru bastırdım. "Üstelik burada seninle oturmuş neden yemek yediğimi bile bilmiyorum."
Ağzının kenarlarını bir daha silip kalktı ve karşımda durunca göğsüme sabitlediğim okuma baktı, sonra da yüzüme. Kaşlarım, alışmışım gibi hep çatıktı ve gözlerim sert bakıyordu. "Yemedim ama yiyeceksin. Bu hafta seni bir daha görmek istiyorum. Pazara gelirsin belki, gelmezsen de karşılaşırız illa ki."
Bir şey demeden gözlerinin içine baktım, sonra arkamı dönüp dükkandan ayrıldım. Herhalde niyeti çok başkaydı, zaten Misli söylemişti. Lakin dilediği veya istediği her neyse olmazdı. Zamanla fark ederdi.
Eve varınca Misli ile Elvis'in evin bahçesindeki bankta oturduğunu gördüm, Linda ile oynuyorlardı. O aile benim olmalıydı, ben hak etmiştim. Mutlu olmalarından rahatsızlık duyarak eve girdim ve kaldığım odaya geçip okumu çiviye astım. Üzerimdeki keten elbiseyi çıkarıp pamuklu geceliğimle kaldım, sedirin üstüme oturup geceyi özledim.
Neredesin kimsesiz o kahraman,
Seni özlerken ölüyorum darmaduman.
O günler yine aynı geçti, bahardan sonra sıcak, kavurucu yaz günleri geldi. Ben yine her gün çıkıp Victor'u aradım, ondan bir iz gözledim. Günden güne geçti umudum tükenmese de. Artık dağların ardına, başka obalara gitmek, hiç bilmediğim yerlerde aramak istiyordum onu. Belli ki buralarda değildi, olsa yıllardır bir izine rastlamaz mıydım?
Bir gün yine yorgun argın, çok sıcak güneşin altında susayarak eve dönerken neredeyse ağlıyordum. Bir umut kırıntım bile kalmamıştı, Victor'u gören kimse yoktu. Ölmüşse bile bir şekilde sanki bundan haberdar ederdi beni, öyle hissediyordum. Bu yüzden belli ki ölmediğine inanıyordum. Ne isterdim şimdi döndüğüm bu köşeden karşıma çıkmasını, geldim demesini. Tanrı'da biliyordu bunu, bana neden bir kolaylık sağlamıyordu. Her nefes alışımda onun için yaşadığımı biliyordu, neden nefesimi geri getirmiyordu.
"Hare!"
Misli'nin sesini duyunca başımı kaldırdım, Linda ile beraber bu tarafa yürüdüğünü görüp halsizce durdum. Karşıma geldiklerinde, "Linda nehire gitmek istiyor," dedi bana, terlemiş halde. Linda elbisemin eteklerine yapıştı. "Ben çok fenayım, onu sen götürür müsün?"
Bir nehir vardı uzakta, ne insanın ne de hayvanın geçtiği bir köşede. O nehire götürürdü bazen Linda'yı, çok severdi bu küçük orada olmayı. Suratsızca bakarak, "İyi," dedim ve Linda'nın elinden tutup ardıma döndüm.
Onunla kervanın geçmediği, itin yürümediği o nehre giderken bıcır bıcır konuştuğunu duydum. Bir noktada da, o adamı gördüm. Linda'da onu tanıyordu, Misli'yle pazara gittiğinde bu kumaşçı adamı görüyordu. Haberim oldu ki, pek sevmemiş olsa da Elvis bile bu adamla tanışmıştı. Yine karşımıza çıkıp yanımızda yürümeye başlayınca gelmemesi için, "İşlerimiz var," dedim.
Linda'nın kafasını okşadı. "Eşlik edeyim size."
"Lüzumu yok!"
"Linda'ya dondurma alırım."
Linda başını hızlı hızlı sallayınca oflayıp yürümeye devam ettim, yol üzerinden ona dondurma almasına ses etmedim. Yine de çok tanımıyordum, güvenemezdim. Nehre yaklaşınca akan gürül gürül suyun sesini duydum, ormanda yaşamayı ne kadar özlediğimi hatırladım. Gözlerim dolunca kendimi tutmak zorunda kaldım. Başımın üstünde dönen kelebeklere baktım ve Linda nehre koşmaya heveslenince, düşmemesi için elinden tuttum. O adam ellerini ceplerine koyup bizi izlerken, Linda'nın ayaklarını yosunların dibinden akan suya soktum. Ilık suyu ayaklarında hissedince ellerini çırpıp kıkır kıkır güldü. "Çok güzel Haye."
"Evet, ben de nehirde yüzmeyi çok severdim..."
Ben yaşadıktan çok sonra öğrenmiştim kaderimin bu nehirde başladığını ve devam ettiğini, belki de günün birinde bir nehirde sonlanacağını.
O adam bunu duyup, "Sen de girsene," deyince başımı hızlıca çevirip ona baktım ve çemkirdim. "Ne alakadar ediyor seni!"
Artık bu çıkışlarımla eğlenmeye başlamış gibi ellerini ceplerinden çıkarıp eğildi ve o sırada ateş böceklerin sesini duydum. Kelebeklerin daha hızlı kanat çırptığını ve alabaşlı bir geyiğin nehrin karşısından geçtiğini. Adam dizlerini kırarak eğildi ve burnuma dokunup, "Ne yapacağız senin bu çemkiren ağzını," dedi.
Sanki bir şey yapması ona kalmış gibi konuşmasına pek sinir oldum, ağzımı açıp ona bir şey diyecekken bir ses duydum. Bir ağaç dalının kırılmasına benziyordu, ormanda öyle uzun yaşamıştım ki sesleri ayırt edebiliyordum. Karşımdaki adamda duydu ve benimle beraber başını kaldırıp gözlerini etrafta gezdirdi, Linda her şeyden habersiz kıkırdadı.
"Bir hayvan herhalde," dedi.
Nedenini anlayamadığım bir merakla etrafıma, ağaçların ardına bakmaya devam ettim ve sonra omzumu silkip Linda'ya döndüm. Sulara elleriyle dokunuyordu, oynamasını çok seviyordu. Onu suya kapılmaması için sıkıca tutarken bir başka ses daha duydum ve karşımdaki adam kalkıp daha dikkatle etrafa baktı. Yürüme sesine benziyordu, veyahut at nalının sesine. Belki de ormandan bir haydut geçiyordu.
"Gitsem iyi olur," dedim, kendim için değil ama Linda için endişe ediyordum.
"Korkma," dedi. "Ben buradayım."
Her nedende sinirlendim bu sözüne, korkmamam için ona ihtiyacım olmasına belki de. Ben başımın çaresine bakardım! Çenemi diktim ve Linda'yı elinden tutup kaldırdım, o Hare Hare diye ağlarken, arkamı dönüp eteğimin ucundan tuttum üstüne basmayayım diye. O arkamızdan gelirken, "Biyaz daha kalalım Haye," dedi Linda.
"Hayır," dedim sertçe.
Gözlerinden yaşlar boşaldı ve seslice ağlamaya başladı fakat yılmadım, etrafta bir haydut çetesi varsa onu tehlikeye atamazdım. "Bak kız da kalmayı istiyor," dedi yabancı. "Ben sizi korurum!"
"Senden bunu talep ettiğimi hatırlamıyorum, küstah! Yine sinirlendirdin bak beni, Linda sen de ağlama..." ormanın çıkışına ilerledim. "Peşimizden gelme... Bak, daha adını dahi bilmiyorum! Sahi, senin adın neydi?"
"Adımı mı merak ediyorsun?" Yanılmıyorsam bununla eğleniyordu.
"Küstah!"
"Harry!" Arkamdan bağırdı. "Adım Harry."
Adı batasıca, diye içimden geçirip ardıma döndüm, Linda'yi kucaklayıp göğsüme bastırdım. Hem onu hem oku tutarken yürümek zor olsa da başardım. Öte yandan da başımdaki örtüyü düzelttim, eve gidene kadar Linda'yı kucağımdan indirmedim. Eve gittiğimdeyse hava kararmıştı, Elvis'de Linda'yı merak etmişti. Kızını kucağına verirken ona öfkeyle baktım ve sonra kaldığım odaya geçip kapıyı çarptım, örtümü çıkarıp attım. Sedirin üstüne oturup avuçlarımı açtım, acıyan yerlere üfledim, okun sapı elimi acıtmıştı. Victor olsa hemen öperdi, büyücü kadın olsa hemen bir şifa bitkisi kaynatırdı, geyiğim olsa başını bu elin altına yaslardı. Lakin hiçbirisi yoktu. Ben yapayalnızdım. Üstelik Victor'u benden alan bu ailenin yanında, onların saadetlerinin gölgesi altında.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...